Bu ülke, bir dağın tepesinden bakıldığında üç kıtanın nefesini duyabileceğiniz, bir çocuğun toprağa bastığı her adımda tarihle buluştuğu, dört mevsimin aynı gün yaşanabildiği eşsiz bir coğrafyadır. Türkiye, sadece jeopolitik olarak değil, insan kaynağı açısından da eşsizdir. Ama biz, bu denli zengin bir potansiyelin ortasında neden hâlâ “yetişemeyen” bir toplumun hissiyle yaşıyoruz?
Bir ülke petrol zengini olmadan da kalkınabilir. Bir ülke, maden çıkarmasa da gelişebilir. Ama adalet yoksa, güven yoksa, kurumlar işlemezse, halk yönetenleri değil korkuyu izlerse, orada ne yatırım olur ne de huzur.
Bugün Türkiye, potansiyelini gerçekleştirememiş bir ülkenin yorgunluğu içinde. Her seçim dönemi umut satılıyor, her kriz döneminde “şimdi düzeliyoruz” deniliyor. Ama dikkatle bakarsanız, çoğu adımın günü kurtarmaya yönelik olduğunu görürsünüz. Gerçek bir kalkınma planı yerine, geçici vaatler… Gerçek bir demokrasi yerine, sadece sandık demokrasisi… Gerçek bir hukuk düzeni yerine, kişi odaklı kararlar… İşte problem burada başlıyor.
Bize sürekli anlatılan bir masal var: “Dış güçler istemiyor”, “Birileri engel oluyor.” Oysa kalkınmayı engelleyen şey, dışarıdan çok içeridedir. Hukukun kırılganlığı, liyakatin, zedelenmesi, düşünceye tahammülsüzlük, bilgiye duyarsızlık asıl engeller bunlardır. Bir ülke, kendi içindeki adaletsizlikle yıkılır, dış baskıyla değil.
Ve burada sorgulamak gerekir:
Neden biz bu kadar seçim yapıyoruz ama demokrasimizi geliştiremiyoruz?
Neden yollar, köprüler, binalar yükselirken güven duygumuz geriliyor?
Neden insanlar “çocuğum burada mı yaşasın yoksa yurt dışına mı gitsin?” sorusunu bu kadar sık sorar oldu?
Neden gençler üretmek yerine susmayı, çalışmak yerine gitmeyi seçiyor?
Bu sorular rahatsız edici olabilir. Ama gerçek ilerleme, rahatsız edici sorularla başlar.
Çünkü demokrasiler, sadece iktidarların güç kazanması için değil, halkın kendini özgürce ifade etmesi içindir. Eğer bir ülkede insanlar eleştirdiği için yargılanıyor, basın konuşmaktan çekiniyor, bilim adamı susuyorsa, orada yalnızca özgürlük değil, gelecek de tehlikededir. Gelişmiş ülkeler, bu hakları önce tanıdı, sonra güçlendi. Biz ise hâlâ hak talep etmenin “tehlike” gibi algılandığı bir yerdeyiz.
Geçici çözümlerle yapılan siyaset, toprağa değil, asfalta ekilen bir tohum gibidir. İlk yağmurda kayar gider. Oysa kalıcı kalkınma, hukukla, eğitimle, kültürle olur. Bugün bir ekonomi politikası değil, bir toplum vizyonu tartışmamız gerekiyor. İhtiyacımız olan şey daha çok kredi değil, daha çok güven, daha çok şeffaflık, daha çok adalet.
Peki ne yapmalı?
İktidarların görevi sadece karar almak değil, toplumu aydınlatmak, uzlaştırmak, ortak aklı beslemektir. Ancak bu tek taraflı bir beklentiyle olmaz. Vatandaş da sorumludur. Eleştiriyi sadece sosyal medyada yaparak değil, gerçek sorularla, takip ederek, bilgi edinerek, hakkına sahip çıkarak, oy verirken sadece kişilere değil, ilkelere bakarak vatandaşlık görevini yerine getirmelidir.
Atatürk’ün en büyük mirası yalnızca bağımsızlık değil, bağımsız düşünen bireydi. Bugün o mirasın kıymetini anlamak, bir bayrağı dalgalandırmakla değil, bir toplumu ayağa kaldırmakla mümkündür. Bu ülke, sadece birilerinin iktidarda kalması için değil, hepimizin eşit, özgür ve onurlu yaşaması için var.
Bu yüzden, her bir yurttaşın kendine şu soruyu sorması gerekiyor:
Sadece haklarımı mı bekliyorum, yoksa görevimi de yerine getiriyor muyum?
Beni yöneten kişileri takip ediyor muyum, yoksa bir kez oy verip kenara mı çekiliyorum?
Medyanın susturulmasına sessiz kalmakla, kendi geleceğimin susturulmasına da ortak olmuyor muyum?
Vergi ödüyorum ama bütçeyi izliyor muyum?
Çocuğuma neyin örneğini gösteriyorum?
Toplumlar yalnızca yollarla değil, fikri yollarda gelişir. Zenginlik sadece para değil, hukukun üstünlüğü, özgür birey, vicdanlı yönetim, bilinçli halktır.
Bu ülke bizim. Her siyasi görüşten, her etnik kökenden, her inançtan insanla bir arada yaşamak zorundayız. Bu ancak ortak vicdanla, ortak akılla ve ortak sorumlulukla mümkündür. Geçici sözlere değil, kalıcı çözümlere odaklanan bir anlayışla geleceğimizi yeniden inşa edebiliriz.
Ve unutmayalım: Gerçek zenginlik yerin altında değil, aklın ve ahlakın içinde gizlidir.
Güçlü toplum, düşünen toplumdur.
Sorgulayan halk, karanlığı değil, aydınlığı çağırır.
Türkiye hâlâ mümkündür. Yeter ki hatırlayalım:
Bu ülke, günü kurtaranların değil, geleceği inşa edenlerin ülkesi olmalıdır.
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Kemal UYSAL
Zenginliğin Şifresi…
Bu ülke, bir dağın tepesinden bakıldığında üç kıtanın nefesini duyabileceğiniz, bir çocuğun toprağa bastığı her adımda tarihle buluştuğu, dört mevsimin aynı gün yaşanabildiği eşsiz bir coğrafyadır. Türkiye, sadece jeopolitik olarak değil, insan kaynağı açısından da eşsizdir. Ama biz, bu denli zengin bir potansiyelin ortasında neden hâlâ “yetişemeyen” bir toplumun hissiyle yaşıyoruz?
Bir ülke petrol zengini olmadan da kalkınabilir. Bir ülke, maden çıkarmasa da gelişebilir. Ama adalet yoksa, güven yoksa, kurumlar işlemezse, halk yönetenleri değil korkuyu izlerse, orada ne yatırım olur ne de huzur.
Bugün Türkiye, potansiyelini gerçekleştirememiş bir ülkenin yorgunluğu içinde. Her seçim dönemi umut satılıyor, her kriz döneminde “şimdi düzeliyoruz” deniliyor. Ama dikkatle bakarsanız, çoğu adımın günü kurtarmaya yönelik olduğunu görürsünüz. Gerçek bir kalkınma planı yerine, geçici vaatler… Gerçek bir demokrasi yerine, sadece sandık demokrasisi… Gerçek bir hukuk düzeni yerine, kişi odaklı kararlar… İşte problem burada başlıyor.
Bize sürekli anlatılan bir masal var: “Dış güçler istemiyor”, “Birileri engel oluyor.” Oysa kalkınmayı engelleyen şey, dışarıdan çok içeridedir. Hukukun kırılganlığı, liyakatin, zedelenmesi, düşünceye tahammülsüzlük, bilgiye duyarsızlık asıl engeller bunlardır. Bir ülke, kendi içindeki adaletsizlikle yıkılır, dış baskıyla değil.
Ve burada sorgulamak gerekir:
Neden biz bu kadar seçim yapıyoruz ama demokrasimizi geliştiremiyoruz?
Neden yollar, köprüler, binalar yükselirken güven duygumuz geriliyor?
Neden insanlar “çocuğum burada mı yaşasın yoksa yurt dışına mı gitsin?” sorusunu bu kadar sık sorar oldu?
Neden gençler üretmek yerine susmayı, çalışmak yerine gitmeyi seçiyor?
Bu sorular rahatsız edici olabilir. Ama gerçek ilerleme, rahatsız edici sorularla başlar.
Çünkü demokrasiler, sadece iktidarların güç kazanması için değil, halkın kendini özgürce ifade etmesi içindir. Eğer bir ülkede insanlar eleştirdiği için yargılanıyor, basın konuşmaktan çekiniyor, bilim adamı susuyorsa, orada yalnızca özgürlük değil, gelecek de tehlikededir. Gelişmiş ülkeler, bu hakları önce tanıdı, sonra güçlendi. Biz ise hâlâ hak talep etmenin “tehlike” gibi algılandığı bir yerdeyiz.
Geçici çözümlerle yapılan siyaset, toprağa değil, asfalta ekilen bir tohum gibidir. İlk yağmurda kayar gider. Oysa kalıcı kalkınma, hukukla, eğitimle, kültürle olur. Bugün bir ekonomi politikası değil, bir toplum vizyonu tartışmamız gerekiyor. İhtiyacımız olan şey daha çok kredi değil, daha çok güven, daha çok şeffaflık, daha çok adalet.
Peki ne yapmalı?
İktidarların görevi sadece karar almak değil, toplumu aydınlatmak, uzlaştırmak, ortak aklı beslemektir. Ancak bu tek taraflı bir beklentiyle olmaz. Vatandaş da sorumludur. Eleştiriyi sadece sosyal medyada yaparak değil, gerçek sorularla, takip ederek, bilgi edinerek, hakkına sahip çıkarak, oy verirken sadece kişilere değil, ilkelere bakarak vatandaşlık görevini yerine getirmelidir.
Atatürk’ün en büyük mirası yalnızca bağımsızlık değil, bağımsız düşünen bireydi. Bugün o mirasın kıymetini anlamak, bir bayrağı dalgalandırmakla değil, bir toplumu ayağa kaldırmakla mümkündür. Bu ülke, sadece birilerinin iktidarda kalması için değil, hepimizin eşit, özgür ve onurlu yaşaması için var.
Bu yüzden, her bir yurttaşın kendine şu soruyu sorması gerekiyor:
Sadece haklarımı mı bekliyorum, yoksa görevimi de yerine getiriyor muyum?
Beni yöneten kişileri takip ediyor muyum, yoksa bir kez oy verip kenara mı çekiliyorum?
Medyanın susturulmasına sessiz kalmakla, kendi geleceğimin susturulmasına da ortak olmuyor muyum?
Vergi ödüyorum ama bütçeyi izliyor muyum?
Çocuğuma neyin örneğini gösteriyorum?
Toplumlar yalnızca yollarla değil, fikri yollarda gelişir. Zenginlik sadece para değil, hukukun üstünlüğü, özgür birey, vicdanlı yönetim, bilinçli halktır.
Bu ülke bizim. Her siyasi görüşten, her etnik kökenden, her inançtan insanla bir arada yaşamak zorundayız. Bu ancak ortak vicdanla, ortak akılla ve ortak sorumlulukla mümkündür. Geçici sözlere değil, kalıcı çözümlere odaklanan bir anlayışla geleceğimizi yeniden inşa edebiliriz.
Ve unutmayalım:
Gerçek zenginlik yerin altında değil, aklın ve ahlakın içinde gizlidir.
Güçlü toplum, düşünen toplumdur.
Sorgulayan halk, karanlığı değil, aydınlığı çağırır.
Türkiye hâlâ mümkündür. Yeter ki hatırlayalım:
Bu ülke, günü kurtaranların değil, geleceği inşa edenlerin ülkesi olmalıdır.